8. Boğaziçi Film Festivali Günlükleri – 1 (Koku, Kumbara, Flaşbellek)

Koku – Yön: Barış Gördağ – Yasin Çetin

Barış Gördağ ve Yasin Çetin ikilisinin ilk uzun metrajlı filmi olan Koku iki farklı kanaldan akan bir hikaye kurgusuyla başlıyor. Bir tarafta Malatya’da bir köyde nergis toplayan yaşlı bir kadın ve küçük bir kız çocuğunun mutluluğunu, öteki tarafta şehir hayatında menopoza giren bir profesörün mutsuzluğunu izliyoruz. Sinematografik olarak ilk taraf renkli, ikinci taraf kasvetli bir görünümle resmediliyor. Bu iki öykünün elbette ileride birbirine bağlanacağını biliyoruz ama senaryo açısından en baştan nasıl bir izleğin bizi oraya götüreceğinden habersiz ve şaşırtıcı bir yolculuk gerçekleşiyor. Bu yolculuğa gidecek sürecin çok hızlı gerçekleşmesi elbette bazı inandırıcılık sorunlarını da beraberinde getiriyor. Üniversitede saygı duyulan bir profesör olan, evinden ve arabasından maddi durumunun gayet iyi olduğunu anladığımız, entelektüel anlamda da karşısındaki kişilere üstten bakan bir duruşu olan İlhan’ın (Nergis Öztürk) neden bu kadar çok çocuk sahibi olmak istediğini anlamlandırması başta güç bir durum. Film hemen bu olaya girip karakteri böyle kabullenmemizi istese bile yine İlhan’ın hiç tanımadığı biriyle çocuk yapma üzerinden anlaşmak için normalde (karakterin fiziksel ve ruhsal olarak bize tanıtıldığı şekliyle) hiç kabullenmeyeceği şeyler yapmaya başlaması durumu daha garipleştiriyor. İlhan’ın sperm bankasını hiç düşünmemesi, çocuk için anlaştığı kişiyle bile bunun üzerinden ilerlemeyip cinsel birleşme yolundan gitmesi, üstüne hiç tanımadığı bu kişiyle evlenmeyi kabul etmesi, Malatya’da karşılaşacağı manzarayı bilmesine rağmen Mustafa’nın (Yunus Emre Yıldırımer) ailesiyle onların gelini olarak bir süre yaşamayı kabul etmesi ve bu diyalogların ‘kabul ediyorum çünkü ben basit biriyim’ gibi cümlelerle geçiştirilmesi ana çatıyı bir dizi ikna edicilik problemlerine boğuyor. Yine de filmin ele aldığı tartışmalı konu üzerinden seyircinin ilgisini yitirmemesi ve bunu görsel açıdan da hareketli hamlelerle desteklemesi (kapının deliğinden geçen ya da yere düşen kamera sekansları gibi) sarkmasına engel oluyor. Sonrasında İlhan’ın annesiyle olan bugününden ve geçmişinden yola çıkarak karaktere dair bir şeyleri oturtmada mantıklı adımlar atılsa da en başta hızla gelişen bu kararlar silsilesinden ötürü filmi bir çırpıda silmek isteyenlerin olması da mümkün. Lakin, Gördağ ve Çetin’in sinemasal olarak farklı bir şeyler denemek istemesi, festival filmi diye kodlanmış filmlerin tuzağına düşmeyerek sıkıcılaşmaması ve ilk filmlerinde kendilerine ait olmayan bu senaryoya inanıp ona festival filmi / gişe filmi ortası bir kimlik kazandırması artı haneye yazılmalı. Gerçi bu festival/gişe ayrımındaki bilinçli kalmışlığın filmin bütünlüklü bir doku problemine yer açtığı da söylenebilir. Çok hareketli çekimler de var, plan sekans durağan sahneler de. İçerik çok festival draması görünümlü ama biçim sanki yer yer aksiyon filmi gibi. Müzik kullanımı kız çocuğunun olduğu sahnelerde gişe draması gibi manipülatif ama köy evindeki bazı sahneler komedi filmi tonunda. İki yeni yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olarak yeni bir şeyler denemek isteyip akıllarında birçok şeyi kullanmaları ziyadesiyle anlaşılır bir şey. Yönetmenlerin heyecan verici bir sinema gözü olduğunu düşünerek sonraki projelerinde kendi içinde daha tutarlı bir senaryo üzerinden harekete geçmelerinin olumlu sonuçlar doğurması olası gözüküyor. 5/10

Kumbara – Yön: Ferit Karol

Ferit Karol’un Antalya Film Festivali’nden ‘En İyi İlk Film’ ödülüyle dönen filmi Kumbara, yönetmenin film sonrası söyleşide de bahsettiği gibi kendi babaannesinin durumu üzerinden aklına gelen bir ikilemden yola çıkarak yazdığı senaryo aslında güçlü bir dramatik yapı içeriyor. Dibine kadar borca batmış olsanız, hayatınız hiç yolunda gitmiyor olsa ve mal varlığı zengin anneniz ölüm döşeğindeyse onun hemen iyileşmesini mi isterdiniz yoksa aklınıza başka şeyler gelir miydi! Karol çıkış noktasının bu fikir olduğunu söylese bile film neredeyse son 5 dakikasına kadar bu fikirle nedense hiç ilgilenmiyor. Film boyunca aslında evli bir çiftin ilişkilerindeki sorunlar üzerine, girdikleri çıkışsızlık üzerine, işsizlik üzerine, orta sınıf aile yapısı üzerine bir dizi olayları takip ediyoruz. Bu olayları takip etmesi yer yer çok keyifli çünkü Murat Kılıç ve Gülçin Kültür Şahin’in başarılı performansları dramda da mizahta da oldukça iyi işliyor. Yönetmenin bu konuda ağır bir dram filmi çekmek istemediğini, Türkiye’de her evde günde bir kere de olsa kahkaha atıldığına inandığını söylemesi filmin tonu ve gidişatıyla çok tutarlı. Antalya Film Festivali’nde Çatlak filmi ile en iyi kadın oyuncu ödülüne ‘ensemble’ olarak layık görülen 5 isimden biri olan Gülçin Kültür Şahin’in esas performansının bu filmde olduğu söyleniyordu, ki doğruymuş. Film esnasında izleyici reaksiyonunun en çok kendisinin performansında yükseldiğini görmemek mümkün değildi. Karol’un nasıl bir film çekmek istediği konusunda çok emin olduğu, Aidiyet ve Aden filmlerinden tanıdığımız görüntü yönetmeni Barış Aygen’in filmin halet-i ruhiyesine uygun ve temiz kadrajlarıyla beraber istediğini gerçekleştirdiğini söylemek mümkün. Lakin tüm bu hesaplılık içerisinde her şeyin fazla yolunda gittiğini de söylemek de mümkün, zira filmin nerelerden geçip nasıl bir finale varacağını adım adım tahmin etmek ve her şeyin beklediğimiz gibi olması bir tatminsizlik hissiyatı yaratmıyor değil. Finalin bir anda oldu bittiye getirilmesi bu tatminsizlik hissini körüklüyor ama en azından açılış – kapanış sekansları arasında bir denge sağlanmış da oluyor. En başta da belirttiğim gibi, Murat Kılıç’ın karakterinin evde, işte, özel hayatında yaşadığı bu sıkıntılar neticesinde annesinin ölme ihtimaliyle ilgili düşüncelerini ve ikilemini (belki fiziksel olarak belki bir rüya sahnesiyle) adım adım görerek yükseltmesini izlemek şahsen bana daha heyecan verici gelirdi. Yine de Kumbara’nın ilk filmini çeken yönetmenlerin düştüğü tuzakların çoğuna düşmeyen, ne yapmak istediğinden emin ve sonraki filmlerini merakla beklettirecek bir yönetmeni müjdelediğini söylemek mümkün. 6/10

Flaşbellek – Yön: Derviş Zaim

Derviş Zaim’in Suriye İç Savaşı, IŞİD ve Türkiye üçgeninde geçen son filmi Flaşbellek, Esad rejimi askerlerinden birinin 9 ay boyunca konuşamayacak şekilde yaralanmasından sonra saha görevinden ölülerin kayıt işlemi görevine alınması ve bunun neticesinde rejimin iç yüzünü görerek eşiyle beraber bu insanlık suçunun belgelerini tüm dünyaya duyurmak için ülkeden kaçmaya çalışmasını anlatıyor. Ana karakterin baştaki ufak bir sahne haricinde neredeyse hiç konuşmaması başta ilgi çekici bir tercih gibi gözükse ve ilk yarım saatlik süreçte işlese de, film ilerledikçe bunun aslında anlatıya bir katkı sağlamadığını görmeye başlıyoruz. Neredeyse başından sonuna kadar iyiler ve kötüler olarak net bir ayrımla izlediğimiz karakterler geçidinde pek de inandırıcı kotarılamayan kimi sekanslar ortaya çıkıyor. Suriye İç Savaşı’ndaki muhaliflerin gösterileri usta bir yönetmenin elinden çıkmamışçasına acemice dururken, IŞİD’lilerin yansıtılma biçiminde ise durum daha vahim. Bunca iyi ve kötü arasındaki ‘gri’ tek karakterin IŞİD’in başındakilerden biri olması (tecavüzcü ama sözünün eri biri!) ve olay akışının finale doğru bu karakter üzerinden bir dramaya doğru evrilmesi inanılır gibi değil. Zaim’in amacının bu olmadığı, Suriye’deki bu insanlık dramına sessiz kalmak istemediği aşikar lakin film savaşın, bir sürü örgütün ve patlayan bombaların arasında politik açıdan da oradan oraya savrulmaya başlıyor. Karakterlerin Türkiye’ye kaçma yolculuğu başarıya ulaştıktan sonra bitmesi gerekirken vicdan muhasebesi adı altında yarım saat daha uzaması ise filmin inandırıcılığını oldukça sarsan ve aleyhine işleyen bir hamle. Yolculuk boyunca sayısız badireler atlatıp yanında birçok kişinin ölümüne tanık olan, IŞİD tarafından neredeyse tecavüze uğrayacak ve köle pazarında satılacak bir karakterin tam özgürlüğüne kavuşmuşken hiç tanımadığı bir çocuk uğruna yeniden savaşın, bombaların ve IŞİD’in ortasına atılması nereden baksak ucuz hamasetten fazlası değil. Üstelik karakterimiz IŞİD liderinin isteğini gerçekleştirememesine rağmen onun yine de sözünü yerine getireceğinden o kadar emin ki giderken tereddüt bile etmiyor! Filmin tüm bu sorunlu kısımlarına rağmen ilk çeyreğindeki akıcı kurgusu, katliamları rahatsız edici görüntülerle belgelemesi ve Andreas Sinanos’un sinematografisiyle akılda kalıcı yerleri yok değil. Fakat bu Derviş Zaim filmografisindeki zayıf halkalardan birine dönüşmesine ne yazık ki engel değil. 4/10

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s